18 Mayıs 2012 Cuma






KOCAELİ KÜLTÜR KOLEKTİFİ DERNEĞİ – KAFE KEDİ
2011-2012 BAHAR DÖNEMİ ETKİNLİK PROGRAMI
GÜNCEL TARTIŞMALARA YAKINLAŞMAK SÖYLEŞİ DİZİSİ- III
(10 Mayıs 2012- 19.00, Kafe Kedi Aytekin Yazgan Sergi Salonu)
ÜCRETLİ EMEĞİN TERBİYESİ: METALAR ÂLEMİNİN KERAMETİ


KAVRAMLAR
META (DEĞER, SOYUT EMEK ve PARA): “Tüm insan toplumları, kendi varlıklarının maddi koşullarını 
üretmek zorundadırlar. Meta, bu üretimin değişim aracılığıyla örgütlenmesinde ürünlerin aldığı biçimdir. 

Böyle bir sistemde, ürünler üretildikten sonra, onları başka kişilere satma gücüne sahip olan belli kişilerin 
mülküdürler. Farklı ürünlere sahip olan kişiler, ürünlerini değiştirdikleri bir pazarlık sürecinde birbirleriyle 
karşı karşıya gelirler. Değişimde, bir ürünün belli bir miktarı, bir diğer ürünün belli bir miktarı ile yer 
değiştirir. O halde metanın iki gücü vardır: birincisi, insan gereksinimlerini karşılar, yani Adam Smith’in 
deyimiyle KULLANIM DEĞERİ vardır; ikincisi, değişimde diğer metalara hükmetme gücüne Karl 
Marx’ın (DEĞİŞİM) DEĞERİ olarak adlandırdığı, bir değiştirebilme gücüne sahiptir. Metalar birbiriyle 
belli niceliksel oranlarda değiştirildiklerinden, her meta belli miktarda emeği içeriyor olarak düşünülebilir. 
Bir dönemde üretilen tüm meta kütlesi, bir başka açıdan bakıldığında farklı ve karşılaştırılamaz kullanım 
değerlerinin heterojen bir toplamı olsa da, homojen bir değer kütlesi olarak görülebilir” (a.g.e., 430). “Meta, 
hem kullanım değeri hem de değer olduğuna göre, onu üreten ikili bir karaktere sahiptir. Birincisi, her 
emek eylemi ‘belirli bir türde ve belirli bir amaca yönelmiş üretken faaliyettir’; böyle ele alındığında, emek, 
yararlı emek’ veya ‘somut emek’tir ve emeğin ürünü de bir kullanım değeridir. Emek üretkenliğinin bu 
yönü ‘bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak varlığının bir koşuludur; bu evrensel doğal gereklilik, 
insan ile doğa arasındaki alışverişin dolayısıyla insan yaşamının kendisinin bir aracıdır’. İkinci olarak, her 
emek eylemi, kendine özgü özelliklerinin dışında, saf anlamda insanın emek gücü’nün harcanması, ‘saf ve

yalın insan emeğinin, genel olarak insan emeğinin harcanması’ biçiminde ele alınabilir. Bu yönüyle ele 
alındığında, insan emeğinin harcanması değer yaratır ve ‘SOYUT EMEK’[TOPLUMSAL OLARAK 
GEREKLİ EMEK] olarak adlandırılır. Somut emek ve soyut emek, farklı etkinlikler değildir, aynı 
etkinliğin farklı yönleri ile ele alınmasıdır” (a.g.e., 544). “PARA, toplumsal olarak kabul edilmiş, bir takribi
eşdeğerdir. Toplumsal gerçeklikte, diğer bütün emtiayı bu rollerinden dışlayarak takribi eşdeğer olarak
ortaya çıkan metadır. Üretilmiş herhangi bir meta, ilke olarak, para yerine geçebilir… Para-meta da 
üretilmiş bir meta olduğundan, değeri diğer emtianın değerinin belirlendiği kurallara göre belirlenir. Emtia 
değişimlerinin oranlarını belirleyen bütün faktörleri, içlerinde varolan soyut emekten soyutlarsak, bir 
saatlik soyut emeği kapsayan bir miktar para-meta, bir saatlik soyut emeğin biçimlendirdiği diğer bir 
metadan satın alacaktır… Para-meta bir kez ortaya çıkınca, değer ölçüsü olmanın dışında da varolan 
dolaşım aracı, biriktirilmiş değer, ödeme aracı ve evrensel para olarak roller üstlenmeye başlar” (a.g.e.,

453). 
META FETİŞİZMİ (YABANCILAŞMA, ŞEYLEŞME): Meta üretiminin varolduğu toplumlarda üreticiler 
olarak insanlar, metaların kendi aralarında bir ilişkinin varlığını düşünürler ve üstelik bu ilişkilerin 
kendilerinden bağımsızca varolduğunu sanarlar. Gerçekte böyle bir ilişki vardır ama bu, üreticiler olarak 
insanların kendi aralarındaki gerçek ilişkinin gizlenmesini sağlar. “META FETİŞİZMİ fetişizmi, 
kapitalizmin iktisadi biçimlerinin, bunların altında yatan toplumsal ilişkileri gizlemesinin en basit ve genel 
örneğidir; örneğin kârın kaynağı olarak artık-değer’in değil de, ne şekilde anlaşılırsa anlaşılsın sermayenin 
görülmesinde olduğu gibi” (a.g.e., 432). “Marx’ın kullandığı anlamda, bir eylem (veya içinde bulunulan 
durum) aracılığıyla, bir kişi, grup, kurum veya toplum, i) kendi özgün etkinliğinin sonuçlarına ya da 
ürünlerine (yahut etkinliğinin kendisine), ve/veya ii) içinde yaşadığı doğaya ve/veya iii) diğer insanlara ve - 
buna ek olarak i) ve iii) arasında belirtilenlere ve bu belirtilenler yoluyla- aynı zamanda iv) kendi kendisine

(kendi özgün tarihsel olarak oluşturulmuş insani kapasitelerine) yabancı duruma gelir (veya böyle durumda 
kalır). Böyle kavrandığında YABANCILAŞMA, her zaman kendi kendine yabancılaşmadır, yani insanın 
(öz benliğinin) kendisinden (kendi özgün etkinliği aracılığıyla) yabancılaşmasıdır” (a.g.e., 621). “İnsani 
özellikler, ilişkiler ve eylemlerin, insandan bağımsızlaşan (ve köken olarak bağımsız sanılan) ve onun 
hayatını yöneten insan yapımı özelliklere, ilişkilere ve eylemlere dönüşme edimi ya da edimin sonucu.

ŞEYLEŞME aynı zamanda insanların insani bir biçimde değil, şey dünyasının yasalarına göre davranan 
nesne benzeri varlıklara dönüşmesidir de. Şeyleşme en radikal ve yaygın formu, modern kapitalist 
toplumun karakteristiği olan yabancılaşmanın ‘özel’ bir durumudur” (a.g.e., 561).

ÜCRETLİ EMEK (EMEK, EMEK GÜCÜ): “[EMEK GÜCÜ] metalara değer kazandıran yararlı iş yapma 
yetisi. İşçilerin kapitalistlere ücret karşılığı sattıkları şey, emek gücüdür. Emek gücü, insanların kullanım 
değerini dönüştürerek metalara değer kazandırdığı gerçek üretici gücü olan EMEK’ten ayrı tutulmalıdır. 
Emeğin ürünleri birer meta olarak satın alınabilir ve satılabilir. Ama emeği, yani üretici etkinliğin 
kendisinin alınıp satılması fikrine tam bir anlam vermek imkânsızdır. Emeğin ürününü satamayan üretici, 
emeğini belirli bir miktar paraya, yani ÜCRETE karşılık olarak, parayı ödeyenin yönetimi altında ve onun 
çıkarları doğrultusunda sarf edeceğini vaat ederek, emek gücünü satmak zorundadır… [Artık değerin 
kaynağı olan emek gücünün pazardaki diğer metalardan ayrılan birkaç özelliği vardır:] i) Pazarda satılan bir 
meta olmasına rağmen emek gücü diğer metalar gibi üretilmez [insanın emek gücünü üretebilmesi onun

geçimlik ihtiyaçlarını biyolojik ve toplumsal olarak yeniden üretebilmesine bağlıdır]… ii) emek gücünün 
kullanım değeri onun değer üretme kapasitesidir [bu kapasite işçi ile işveren arasında sadece metanın fiyatı 
konusunda değil, her anlamda pazarlığa girmesine ve uzlaşmaz bir çelişkiye sürüklenmesine yol açar]… iii) 
emek gücünün satılması, işçiyi kendi yaratıcı üretici güçlerine ve emeğinin ürünü üzerindeki her türlü 
denetime yabancılaştırarak emek gücünü kapitalistin ellerine bırakır” (a.g.e., 191).


SERMAYE (DOLAŞIM, ARTIK DEĞER, SÖMÜRÜ): “Sermaye, kapitalist üretim ilişkilerinden ayrı
olarak anlaşılamaz; gerçekten de sermaye bir nesne değil, nesne biçiminde görülen bir toplumsal ilişkidir. 
Kuşkusuz sermaye, para kazanmak içindir, fakat parayı ‘kazandıran’ aktifler, paraya sahip olanlarla 
olmayanlar arasında belirli bir ilişkiyi cisimleştirirler, öyle ki, sadece para ‘kazanılmış’ olmaz, ama aynı 
zamanda böyle bir süreci oluşturan özel mülkiyet ilişkilerinin kendisi sürekli bir biçimde yeniden üretilmiş 
olur… Her para miktarı sermaye değildir. Parayı sermayeye dönüştüren, belli bir süreç vardır… başka 
metaları satın almak için meta satmak [Mx-P-My] ve sonradan satmak üzere meta satın almak [P-M-P’]. 
[İlki emek gücü metasının DOLAŞIM sürecini ifade ederken ikincisi kapitalistinkini ifade eder.]” (a.g.e., 
509). “Sermayenin değerinin iki parçası vardır: üretim araçlarına harcanmış değere tekabül eden ve üretim 
süreci sırasında yalnızca ürüne aktarılan DEĞİŞMEZ SERMAYE; ve kendilerine sattıkları şeyin, emek 
gücünün, değeri ödenen işçileri istihdam etmekte kullanılır DEĞİŞİR SERMAYE. Değişir sermayeye öyle 
denmesi niceliğinin üretim sürecinin başından sonuna dek değişmesinden ötürüdür; başlangıçta emek

gücünün değeri olan şey sonunda o emek gücünün eylem içinde ürettiği değerdir” (a.g.e., 44). Bu bağlamda 
“ARTIK DEĞER [P-M-P’ dolaşımındaki P’- P= ΔP ile ifadesini bulan ΔP] sızdırma SÖMÜRÜ’nün 
kapitalizmdeki özgül gerçekleşme biçimi, artığın KÂR biçimine büründüğü, sömürünün ise işçi sınıfının, 
ücret olarak aldığından daha fazlasına satılabilen bir net ürün üretmesinin bir sonucu olduğu kapitalist 
üretim tarzının özel ayrıcalığıdır” (a.g.e., 43).

TOPLUMSAL FORMASYON (KAPİTALİZM, HUKUK, DEMOKRASİ, HAKLAR): TOPLUM kavramı, 
insan toplumuna veya toplumsallaşmış insanlığa göndermede bulunmakla birlikte, tarihsel olarak hem 
belirli bir toplumsal kümeye (Fransızlar, İngilizler…) hem de belirli bir toplumsal yapıya (feodal, 
kapitalist…) işaret etmektedir. Marx’a göre toplum doğanın bir parçasıdır ve bu yüzden doğaya karşıt 
olmaktan çok belirli kümeler ve yapılar aracılığıyla tarihsel olarak doğanın nihai görünümüdür. Bu koşullar 
altında sosyo-ekonomik koşulların göstergesi olarak TOPLUMSAL FORMASYONLAR incelendiğinde, 
kapitalist burjuva toplumunun içinde barındırdığı çelişkiler, insanın henüz tarih öncesinde yaşamaya devam 
ettiğini göstermektedir. Kapitalizmde her tür sermaye, temel üretim aracını oluşturur ve kontrol eder, bu 
süreç tüm üretim ilişkilerini egemenliğine alarak emek ve sermaye arasındaki çelişkinin vücut bulmasını

sağlar. Yani tarihsel bir evre olarak KAPİTALİZM, sermayenin aldığı biçimden bağımsız olarak değer 
yaratanların mülksüzleştirilmesine yönelik özel mülkiyetin bir sınıfın (sermayenin, burjuvazinin, 
kapitalistin) elinde toplanmasını sağlayan toplumsal yapıdır. Büyük kitlelerin mülksüzleştirilmesine ve 
sömürülmesine yol açan böyle bir toplumsal yapının işleyebilmesi devlet organı aracılığıyla kapitalist 
üretim ilişkilerinin hukuki, ahlaki, dini, felsefi, sanatsal ve bilimsel olarak toplumsal norm haline 
getirilmesine bağlıdır. Kapitalizm için DEMOKRASİ ve HAKLAR sorunu işte tam da bu yüzden, özel 
mülkiyetin korunmasına ve geliştirilmesine yönelik kültürel (siyasal, sosyal, iktisadi…) kodların yeniden 
üretimi sorunudur.


OKUMA ÖNERİLERİ
David Harvey, Marx’ın Kapital’i İçin Klavuz, çev. Bülent O. Doğan, (İstanbul: Metis Yayınları,2012); 
Sermayenin Muamması, çev. Sungur Savran, (İstanbul: Sel Yayıncılık,2012). Karl Marx, Kapital:Ekonomi 
Politiğin Eleştirisi, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, (İstanbul: Yordam Kitap,2011); Ücretli Emek ve 
Sermaye: Ücret, Fiyat ve Kâr, çev. Sevim Belli, (Ankara: Sol Yayınları, 1992). Wolfgang Fritz Haug, Meta 
Estetiğinin Eleştirisi, çev. Metin Toprak, (İstanbul: Felsefelogos Yay., 2008). Timothy Bewes, Şeyleşme, 
çev. Deniz Soysal, (İstanbul: Metis Yayınları,2008). Tom. B. Bottomore, Marksist Düşünce Sözlüğü, çev. 
Mete Tuncay, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001).




..................................................................................................................................................



Behçet Çelik ile Söyleşi/İmza Günü
Kocaeli Kültür Kolektifi Derneği(KKKD),  Edebiyat Matinesi başlığı altında düzenlediği söyleşilerin ikincisini 27 Nisan Cuma günü saat 18:30’da Kafe Kedi’de gerçekleşti. Dinleyicilere yazarları yakından  tanıma, kitaplarıyla ve yazarlık serüvenleriyle ilgili sorular yöneltme fırsatını sunan Edebiyat Matinesi’nin geçtiğimiz haftaki konuğu Behçet Çelik oldu.



.........................................................................................................................................................





Kocaeli Kültür Kolektifi Derneği Panel Dizisi
“Paris Sokakları Neden Daracık Yapılmıyor ?”
3 Mayıs 2012
Seçmeci tarih yazımının yücelttiği kahramanlık ve zafer hikayeleri dışında, tarihsel
"başarısızlıklar" da kendilerinden sonraki deneyimlerin şekillenmesinde etkili olabilirler.
Bir başka deyişle tarih yazımının "başarısızlık" olarak nitelediği deneyimler aslında
"başarısız" olarak nitelendirilseler de yol açtıkları değişim aracılığıyla dünya halklarının
özgürleşmesini sağlayan tarihsel kırılma anlarının oluşmasında yol gösterici örneklerdir.
18 Mart 1871 gunu de Paris halkınin gerici devlet güçlerine ve baskıcı hükümete karşı
ayaklanarak devlet organını ele geçirme iradeleri, tarihsel olarak yukarıda bahsedilen
türde bir `başarısızlık` öyküsünün yazılmasını sağlamıştır.
Tarihe “Paris Komünü” adıyla geçen ve gelecekteki devrimlere ışık tutan bu devrimci
hamleyi hazırlayan tarihsel koşullara bakacak olursak, karşımıza öncelikle Fransa’da
filizlenen ancak sonrasında tüm Kıta Avrupası’nı etkileyecek olan 1848 devrimi çıkar.
19.yy’da özellikle Avrupa’da kurumsallaşmaya başlayan sanayi kapitalizmi, değişen
ekonomik formasyona uygun bir sosyal yapıyı ve dolayısıyla bunlara uygun bir siyasal
temsil talebini de beraberinde getiriyordu. Müesses nizamı korumak adına siyasal ve
sosyal taleplere kulaklarını kapatan Kral 10. Charles’a tepkiler 1830’lardan itibaren
artmıştır. Bu tepkilerin sonucu olarak Kral tahttan inmek zorunda kalmış ve yerine yeni
zengin burjuva sınıfı ile daha sıkı ilişkiler kuran Louis Philippe geçmiştir. Ancak Louis
Philippe’in iktidarı devralması sorunların üzerini bir süreliğine örtse de, genişleyen
sanayi üretimi emeğin değerini düşürmekle kalmamış bir yandan da artan çalışma süreleri
ile birlikte sosyal çöküş de hız kazanmış oldu. 1848'e gelindiğinde ise içlerinde
yoğunluklu olarak ağır koşullarda çalışan metal işçilerinin bulunduğu devrimci dalga
burjuvazi ve krallık arasındaki kutsal ittifaka karşı özgürlük talebiyle sokakları işgal
etmeye başladı. 1789 devriminin deneyimiyle bu kez ittifakın vaatlerine kanmayarak
sonuna dek gitmeye karar verdiler ve tarihte ilk olarak işçi sınıfı burjuvazinin karşısında
yalnızca ekonomik bir sınıf olarak değil aynı zamanda siyasal bir sınıf olarak somut bir
varlık kazandı. Bu siyasal görünürlüğün getirdiği sınıfsal isyan kısa zamanda tüm
Avrupa’yı sardı.
Sanayi Kapitalizmi’nin henüz kuruluş aşamalarında gerçekleştiği için “erken devrim”
olarak adlandırılan bu isyan hareketi 1848 Haziran barikatlarında büyük bedeller ödedi.
Bir hafta süren savaşta binlerce işçi kutsal ittifak tarafından idam edildi. Ancak ödenen
tüm bu acı bedeller neticesinde işçi sınıfı artık salt ekonomik bir sınıf olmaktan çıkıp
siyasal bir sınıf olarak da kendini varetmişti. 1851 yılına dek süren bu savaşım, Louis
Bonaparte’ın yönetime el koyarak II. Cumhuriyeti ilan etmesi ile son buldu. Burjuvazi bu
kez krallık ile kurduğu kutsal ittifaktan vazgeçmiş ve işçi sınıfının yükselen taleplerini
bastırabilmek için Bonaparte diktatörlüğünü desteklemiştir. Bonaparte’ın diktatörlüğü
altında da sönümlenmeyen işçi sınıfı hareketi siyasal taleplerinin uluslararası karakterini
ilk olarak 1864’te gerçekleşen Birinci Enternasyonel’de göstermiştir. 1869’da
gerçekleştirilen seçimlerde işçi sınıfı diktatörlüğe karşı Cumhuriyetçileri desteklemiş ve
oyların yarısını Cumhuriyetçiler almıştır. Seçim sonuçları ile birlikte meşruiyeti iyiden
iyiye sorgulanan Bonaparte son çare olarak Prusya savaşını görür ve 1870 yılında halkın
çoğunluğu desteklememesine rağmen Prusya ile savaşa girişir. 4 Eylül 1870 tarihinde ağır
bir yenilgi alan Bonaparte kısa sürede iktidarını da kaybeder.
Bonaparte’ın neden olduğu savaşta yüzbinlerce kayıp veren Ulusal Muhafız Birlikleri’nin
büyük çoğunluğunu İşçi Konseyleri’nden gelen işçiler oluşturuyordu. 4 Eylül’den
başlayarak hemen tüm işçi bölgelerinde emekçi kitleler kendi örgütlerini kurmaya ve
doğrudan silahlanmaya girişmişlerdi. 24 Şubat’ta Ulusal Muhafız Birliği’nden beş yüz
delege bir araya geldi. Amaç, Ulusal Muhafızlar’ı bir federasyon çatısı altında
örgütlemek ve merkezi bir yönetime kavuşturmaktı. 15 Martta 32 üyeli Merkez Komitesi
seçimleri yapılmış ve komiteye 21 işçi seçilmişti. Merkez Komite’ye seçilenler arasında
pek çok Enternasyonal üyesi de vardı. Bu gelişmenin ardından işçi sınıfının
silahlanmasından rahatsızlık duyan hükümet, Ulusal Muhafızlar’ın içerisinde bir darbe
yaparak işçi örgütlenmesini saf dışı bırakmak ister. 18 Mart’ta sabaha karşı 10 bin asker,
Paris’in tepelerine konuşlandırılmış mitralyözleri ve topları ele geçirmek üzere harekete
geçti. Ancak beklenmedik bir direnişle karşılaşırlar. Direniş kısa zamanda Paris’e yayılır
ve hemen her yerde barikatlar yükselir. Merkez Komite Paris’in yönetimini eline almış,
hükümet Versailles’e kaçmıştı; Paris artık resmen çoğunluğu Enternasyonel üyesi
işçilerin yönetimindeki Komün idaresi altındaydı.
Komün, bir yandan hükümetin Versailles’dan yönettiği askeri operasyonlara diğer yandan
Prusya’nın güçlü ordusuyla devam ettirdiği savaşa elindeki 40 bin asker ile ancak 28
Mayıs’a kadar dayanabildi. 1874 yılına kadar yeni hükümetin kurduğu mahkemelerde
binlerce Enternasyonel üyesi Komün yöneticisi idam edildi. 1848 ve 71’in ardından
Paris’i bir daha işçi sınıfının idaresine bırakmak istemeyen burjuva hükümeti, yeni bir
isyan dalgasının yol açabileceği kuşatma eylemine karşılık Paris’i Baron Haussmann’ın
tasarısına göre inşa etmişlerdir. Geniş caddeler ve bulvarlar ile yeniden yaratacak Paris’in
mekansal tasarımı tamamen değişmiş, kentin merkezi burjuvalara uygun kafeler ve
restaurantlarla donatılırken, işçi sınıfı şehrin çeperlerindeki gettolara çekilmek zorunda
bırakılmıştır.
Kitap Önerileri :
Fransa’da İç Savaş – Karl Marx, Sol Yayınları
Sistem Karşıtı Hareketler – Immanuel Wallerstein - Giovanni Arrighi, Metis Yayınları
Halkın Çığlığı : Paris Komünü (çizgiroman) – Jacques Tardi – Versus Kitap
Sermaye Çağı – Eric Hobsbawm – Dost Yayınları
Film Önerileri :
La Commune – Peter Watkins
Regular Lovers – Phillippe Garrel
Les Miserables – Bille August


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder